29 Kasım 2016 Salı



Karanlıktan Aydınlığa Kısa Öyküler – 15

Genç kadın çok üzgündü. Yaşlı zeytin ağacının yanına gitti, önünde eğildi.
“Söyle bana ey bilge zeytin, biz bu adamdan kurtulamayacak mıyız? Referandumda hayır önde dediler, koşa koşa gittik oyumuzu verdik. Peki, ne oldu? Aslında hayır kazandı ama gözümüzün içine baka baka sonuçları kendi çıkarlarına göre değiştirler.”

Zeytin ağacı, yılların çizgileriyle kırışmış gövdesini daha da eğip bükerek hafifçe gülümsedi.
“Ben, dedi, tam iki bin yaşındayım. Kimler geldi, kimler geçti. Elbette o adam da gelip geçecektir. Ama sorunu anlıyorum. Sen, onun hayatından çıkmasını istiyorsun. İşte buna yanıt vermek hiç kolay değil.”

Genç kadın;
“Benim ikizlerim var. Onları gelecekte medeniyetin ülkemizde ilerleyeceği, gelişeceği umuduyla doğurdum. Oysa şimdi üzüntüyle görüyorum ki, yalnızca benim hayatım değil, onların ki bile karanlık. Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum?”

Zeytin ağacı;
“Bunu kendin gibi insan oğluna sorman gerekmez miydi?”

Genç kadın;
“Elbette sordum, ama kimse yanıt vermedi. Tek söyledikleri şey “mücadeleye devam etmeliyiz”. Ama mücadele dedikleri şeyin ne olduğunu kendileri de bilmiyorlar. Ezberlenmiş bir kalıp gibi, tüm sorunlarda aynı cümleyi tekrarlayıp duruyorlar. Bakın, dinleyin, siz de duyacaksınız.”

İkisi de susup dikkatle dinlemeye başladılar. Gerçekten de uzaklardan gelen kalabalık bir ses şöyle diyordu;
“mücadeleye devam, mücadeleye devam, mücadeleye devam, durmak yok.”

Genç kadın,
“Duydunuz değil mi?”

Zeytin ağacı;
“Duydum, durmak yok da diyorlar.”

Genç kadın;
“Evet, durmak yok, bol bol söylenmek ama sonuçta hiçbir şey yapmamak. Bol bol konuşmak, haklı olduğunu kendisine anlatmak ama yine de kendisine hak verememek. Çelişkiler içinde yaşamak, en büyük eylem olarak o adam konuştuğu sırada TV’yi kapatmak. Sonra da aynı nakaratı tekrarlamak. “Durmak yok, mücadeleye devam, durmak yok, mücadeleye devam.”

Genç kadın hırsla kulaklarını kapattı.
“Artık bu sesi bile duymak istemiyorum. Bir çare bulun bana lütfen. Siz bilge zeytin ağacı değil misiniz?”

Zeytin ağacı o anda esen rüzgarın da yardımıyla genç kadının saçlarını okşadı.
“Biliyor musun dedi, bir zamanlar ben de aynı dertten muzdariptim.”

Genç kadın hayretle başını kaldırdı;
“Siz de mi? İnanmıyorum. Peki, ne yaptınız?”

Zeytin ağacı;
“Yıllar önceydi, belki beş yüz yıl, o zamanlar buraları tümüyle vahşi ortamdı. Ormanlık alanda mutlu mesut yaşayıp gidiyorduk ki bir gün dallarımdan birisine küçük bir kurt girdi. O kadar küçüktü ki, onu önemsemedim. Ben koca zeytin ağacı, küçücük bir kurttan mı korkacağım? Ama o küçük kurt hızla çoğaldı, tüm dallarımı, gövdemi kapladı. Kurtçuğun düzeninde yaşamayacaklarını düşünen çoğu yaprağım beni terk etti. Bir avuç yaprak, gövde ve birazcık kökle öylece kala kaldık. Artık dallarımın çoğu çırılçıplaktı. Ama yılmadık. Kendimizi koruduk, varlığımızı koruduk. Köklerim, sağlam kalan gövdem ve yapraklarımla birbirimize daha sıkı sarıldık. O kurtçukların içimize girmelerine izin vermedik. Bu arada yıllar geçiyor, o kurtçukla mücadele etmek için denemedik yol bırakmıyorduk. Çalıştık, umutla, cesaretle çalıştık. Kimi zaman su yollarını tıkayıp, onları susuz bıraktık, kimi zaman en sevmedikleri kokuları yayıp kaçırdık. Ama sonunda, yıllarca süren çabalar sonunda kurtçuğu tümüyle çözümledik, onunla mücadele yöntemleri geliştirdik. Ve o kurtçuk bir süre sonra çekilip gitti. Bir daha da görmedik.”

Genç kadın gözlerini kıstı, tam olarak konuyu anlayamamıştı,
“Ama o adam küçük bir kurtçuk değil ki? Senin deneyimlerin benim işime yaramaz.”

Zeytin ağacı gülümsedi;
“Hayır, o adam gerçekten küçücük bir kurtçuk. Onunla mücadele etmek için çocuklarına daha sıkı sarılacaksın. Onları çağdaş medeniyet düşüncesine göre kendin yetiştireceksin. Hayatta kalmalarını, tıpkı senin gibi onların da kendi çocuklarını çağdaş çizgide yetiştirmelerini sağlayacaksın. Ve senin deneyimlerin, torunlarına, onların da torunlarına aktarılacak. O adam ne yaparsa yapsın, seni ve çocuklarını yok edemeyecek. Çağdaş medeniyeti, cehaletin karanlığına gömemeyecekler. Bu çabaların sonunda onları nasıl yeneceğini, onlarla nasıl baş edeceğini öğreneceksin. Ve bir gün kimsenin beklemediği bir anda, o adamın artık hayatında olmadığını göreceksin.”

Genç kadın gülümseyerek ayağa kalktı, ufka doğru baktı, eliyle işaret etti.
“Evet, evet, görüyorum, işte orada. Geleceği görüyorum, karanlıktan aydınlığa geçişimizi görüyorum.”

diye bağırdı sevinçle. Sonra aniden dönüp ellerinin uzanabildiği kadarıyla zeytin ağacını kucakladı.
“Teşekkür ederim bilge zeytin, beni aydınlattın. Evet, şimdi ne yapacağımı daha iyi biliyorum. Tanrım, ne çok işim varmış meğer. Bir an önce gitmeliyim. Umutsuz insanlar beni bekliyor. Onlara ne yapacaklarını anlatmalıyım, çok çalışmalıyız, çok. Ama O adamın karanlığı, bizim aydınlığımızı söndüremeyecek.”

Sonra telaşlı adımlarla oradan uzaklaştı. Ortalık zifiri karanlıktı, ancak hızlı adımlarla uzaklaşan kadının arkasında küçük bir umut ışığı belirdi, zıplayarak kadının peşi sıra gitmeye başladı.

14-05-2017
Mgökçebağ



KARANLIKTAN AYDINLIĞA KISA ÖYKÜLER -14

Yaşlı memur önündeki dosyayı inceleyen genç memura takıldı;
“Bu yıl 1 Mayıs’ta kortejin önünde yer alacakmışsın diyorlar”

Genç memur bir yerlerine iğne batırılmış gibi yerinden sıçradı;
“Bırak abi ya, böyle şaka yapma. İnan birisi duyar da sonra…”

Yaşlı memur;
“Duyarsa ne olabilir ki. 1 Mayıs resmi kutlama değil mi?”

Genç memur kızmıştı;
“Abi anlamıyormuş gibi yapma. Elbette senin tuzun kuru, kapı gibi kadron var. En fazla yerini değiştirirler. Ama biz öyle miyiz, değil 1 Mayısa katılmak, katılmaya niyet ettiğimi bile öğrenseler, kıçıma bir tekme, yallah sokak. Taşeronla bile olsa şunun şurasında güç bela bir iş bulmuşum, sen de beni tahrik etme, ekmek paramızdan olmayalım. Evde çoluk çocuk aş diye bekliyor.”

Yaşlı memur başını öne eğdi, sustu. Gençlere hak veriyordu. “Tanrım, bir ömür içinde ne kadar değişti ülke” diye söylendi kendi kendine. İşe ilk girdiği yıllardaydı. 1 Mayısı Karşıyaka’dan Konak’a kadar yürüyerek kutlamışlardı. O ne görkemli yürüyüştü öyle. Üstelik elindeki kızıl bayrakla kortejin önünden arkasına sürekli koşuşturup durmuştu. Akşam eve döndüğünde tabanlarının su topladığı fark etmişti. Nasıl da sızlamıştı ayakları. Ama gururluydu, yaptığı işin doğruluğuna, düşüncelerinin gerçekliğine sonuna kadar inanıyordu. Ve şimdi…
Onu sendika temsilcisi yapmışlardı. Çalıştığı yerin de katkılarıyla, her üyeye bir ton kömür sağlamıştı. Öğretim yılı başladığında okul ihtiyaçlarını toplu olarak alıyorlardı. Ayda bir kez müzikli, danslı toplantı düzenlerlerdi. Ve o toplantılar Enternasyonal marşıyla sona ererdi. Sonra üyelerin her türlü özlük hakkını sonuna kadar takip ederlerdi. Kim terfi edememiş, kim ceza almış, haklı mı, haksız mı, tüm soruların cevapları daima sendikada bulunurdu. Hatta yönetim bu işe öylesine alışmıştı ki, kendi yetkisinde olan disiplin işlemlerini sendikaya devretmiş, çeşitli olaylar nedeniyle alınacak kararları onlara bırakmışlardı. 

Hastalara yardım etmek de sendikanın işiydi. Tedavi sürecinde üyelerini asla yalnız bırakmazlar, ellerindeki tüm olanakları seferber ederlerdi. Ambar şefinin küçük oğlu lösemiye yakalanmıştı da, sendika onu tedavi için ABD’ye göndermişti. Dayanışma işte böyle bir şeydi. Ve şimdi, karşısındaki genç memur bunların hiç birisinden haberdar değildi. Kendisiyle aynı işi yapan, ama kendisinin sahip olduğu hakların hiç birisine kavuşamayan bu genç taşeron işçiyi eleştirmeye hakkı yoktu. O elbette bilemezdi sendikanın ne olduğunu. O elbette bilemezdi hak için mücadele etmeyi, 1 Mayısı. Açlık, yoksulluk silahını ensesinde hisseden, tüm kaderi bir başka insanın iki dudağının arasına sıkışmış kişilerden, tıpkı kendisi gibi mücadele etmesini isteme hakkı var mıydı?

Yaşlı memur, genç memura baktı, gülümsedi.
“Çok haklısın arkadaşım. Ben bir an için nasıl bir yerde olduğumu unutuverdim. Geçmişle gelecek bu şekilde karıştırılmamalı. Sen 1 Mayıs günü evinde otur, kendini, çocuklarını koru. Bunu kinayeyle söylemiyorum. Tam tersine en içten duygularla sana sesleniyorum. Çünkü o sokağa çıkması gereken, o sokakta kortejin en başında yürümesi gereken benim. Senin koşulların mücadele etmeye yetmiyorsa, görev elbette bizlere düşer. Hala elimde kalan bir avuç hakkı, kendimi korumak için değil, sizlerin de o haklara kavuşmanız ve benim yanımda 1 Mayıslara katılmanız için kullanmalıyım.”

Genç memur şaşkınlık içinde ona baktı, yerinden kalktı, masanın yanında kucaklaştılar.

30.04.2017
Mgökçebağ



KARANLIKTAN AYDINLIĞA KISA ÖYKÜLER-13


Birinci adam neşeliydi.
 “Atı alan Üsküdar’ı geçti oğlum, siz ne derseniz deyin, referandumu biz kazandık. Bundan sonra bizim isteklerimiz olacak.”

İkinci adam hafifçe başını kaldırdı,
“Hayır” dedi, “Hayır, biz kazandık. Gerçekte siz kaybettiniz. Ama kazandığınızı sanıyorsunuz. Partili büyüklerine bir bak. Hiç birinde sendeki coşku yok. Çünkü gerçekleri görebiliyorlar.”

Birinci adam şaşırdı;
“Ne diyorsun sen yahu, YSK açıklamadı mı, sonuçta evet oyları daha fazla çıktı. Bu da biz kazandık anlamına gelmiyor mu?”

İkinci adam;
“Sayısal olarak öyle görünüyor, ne var ki politika sayılarla yapılmaz. Katı dünya gerçekleriyle yapılır. ABD referandumun ardından AGİT raporunu gördükten sonra açıklama yapacağım dedi. AGİT raporu yayımlandı, bu kez de ”Demokrasiler farklı görüşlere, özellikle zor konularda, saygı duymasıyla güçlenir” demekle yetindi. Referandum sonuçlarını kabul ya da reddettiğine ilişkin hiç bir ipucu vermedi.”

Birinci adam umursamaz bir tavırla, “boş ver” gibilerinden elini salladı;
“Bundan bize ne? ABD ne isterse söyler, biz işimize bakarız.”

İkinci adam;
“Reisiniz de benzer şeyler söylüyor ama katı dünya gerçekleri hiç de öyle değil. Batı, referandum sonuçlarını ne kabul etti, ne de karşı çıktı. Bunun anlamı, Türkiye ile Batılı devletleri arasında sahne gerisinde büyük bir pazarlığın halen sürmekte olduğudur. Eğer Türkiye, Batının isteklerini kabul ederse, sonuçlar onanır. Yoksa…”

Birinci adam;
“Yoksa ne? Bize savaş mı açarlar? Ne isterlerse yapsınlar, Reisimiz onlara karşı durmasını bilir.”

İkinci adam;
“Konuyu anlayabildiğini sanmıyorum. Reisinizin yapacağı tek şey, zaman kazanmak olabilir. 2019’a kadar durumu idare etmek, başa geçince de asıl planını uygulamaya koymak isteyecektir. Ama Batı buna ne kadar izin verir, dahası batının bu kadar zamanı var mı, orası pek belli değil işte.”

Birinci adam;
“Boş versene sen, bu ülke hepimizin değil mi? Günü geldiğinde hep birlikte düşmana karşı koymaz mıyız?”

İkinci adam;
“Artık bu ülkenin hepimizin olduğundan da emin değilim. Çünkü nüfusun yarısı ciddi biçimde kandırıldığını, hile ile haklarının ellerinden alındığını düşünüyor. Dolayısıyla Reis’in başına geleceklere bir kurtuluş gibi de bakabilecektir. Hak yerini buldu, adalet yerine geldi denecektir. Dahası, Reise oy veren milyonların birçoğu çıkar ilişkisi içindedir. Bunlar da tehlikeyi görünce soluğu ondan en uzak noktada alacaktır. Korkarım Sevgili Reisini savunacak senden başka kimse kalmayacak.”

Birinci adam hırsla yerinden kalktı,
“Ben gidiyorum, içimi karartın yahu, kabahat zaten seninle konuşanda, bu ülkeyi benim gibi bileği güçlü insanlar korur, sen hiç merak etme,” diye bağırdı.

İkinci adam bir süre hızla uzaklaşan adamın ardından baktı;
“Ülkeler bilek gücüyle değil, akıl gücüyle savunulur” diye mırıldandı.

Mgökçebağ

18.04.2017




**********************************************************************


KARANLIKTAN AYDINLIĞA KISA ÖYKÜLER-12

Genç kadın heyecandan titreyen sesiyle sordu;
“Referandumu kazanabilecek miyiz? Sonuçta ne çıkar?”

Yaşlı adam kalın çerçeveli gözlüklerinin üzerinden kadına baktı,
“Senin için fark eder mi?”

Genç kadın anlayamamıştı, kafasını salladı. Yaşlı adam devam etti.
“Evet ya da hayır, sizleri neden bu kadar ilgilendiriyor? Çıkacak sonuç insanlığın içinde bulunduğu durumu çözebilecek mi? Her yıl birlerce kurban alan terör, referandumdan “hayır” çıkarsa bitecek mi sanıyorsun? Ya da birilerinin söylediği gibi “evet” kazanırsa, bu ülke gücünü birkaç katına mı çıkaracak? Sihirli bir dokunuşla, tüm işsizler iş bulacak, ayrılan sevgililer birbirine mi kavuşacak?”

Genç kadın telaşlı bir kızgınlıkla yaşlı adamın sözünü kesti;
“Yani siz evet mi diyeceksiniz? Şu adam karşısında yıllardır aldığımız seçim yenilgilerinin sonucu sizde böyle bir düşünce mi yarattı? Ben hayır diyeceğim çünkü o adamın yenildiğini görmek istiyorum.”

Yaşlı adam bir süre sustu. Bu kez cümleye kaldığı yerden değil, başka bir noktadan başladı.
“Sizi tatmin edecekse ben de hayır diyeceğim. Ama ben hayır derken, sizinle aynı düşünceleri paylaşmayabilirim. Benim için hayır oyu bir kurtuluş, bir intikam ya da rövanş anlamına gelmiyor. Hayır diyeceğim çünkü mevcut sistemde kendimi daha iyi ifade edebilirim. Hayır diyeceğim, çünkü bu gün için hala yapabileceğim şeyler var. Hayır diyeceğim, çünkü ülkemi ve cumhuriyetimi seviyorum.  Hayır diyeceğim, evetle kurulacak düzende benim gibilere yer olmadığını çok iyi biliyorum.”

Genç kadın yaşlı adamın kollarına atıldı;
“Babam benim, işte senden beklediğim yanıt” dedi.  

Yaşlı adam genç kadını alnından öptü;
“Gerçekte hayır dememin çok daha önemli bir nedeni daha var” dedi.

Genç kadın merakla sordu;
“Nedir?”
“Hayır diyeceğim, çünkü sen benim kızımsın. Bizler çocuklarımız için, gençlerimiz için, geleceğimiz için hayır demek zorundayız.”

Mümtaz Gökçebağ
06-04-2017


**************************************************************************



Karanlıktan Aydınlığa Kısa Öyküler – 11

Deneyimli müsteşar başbakana dönüp;
“Durum hiç iyi değil efendim. Korkarım bu seçimlerde hiç istemediğimiz kişilerle koalisyon kurmak zorunda kalabiliriz” dedi endişeyle ve devam etti;
“Son yapılan kamu oyu yoklamalarına göre, yabancı düşmanlığı ve milliyetçilik temalarını işleyen ırkçı parti yükselişte efendim. 35-40 arası milletvekili çıkarmaları bekleniyor. Bu durumda Avrupadaki küreselci yaklaşım son bulabilir ve liberal milliyetçilerle ırkçılar bir araya gelip bizi yönetim dışında bırakabilir efendim.”

Başbakan gözlerini hafifçe kıstı, bir süre düşündü;
“Kesinlikle ırkçı parti başarılı olmamalı. ABD’deki Trump felaketi ülkemizde de tekrarlanmamalı. Küreselcilik bitti diyorlar, en azından benim ülkemde asla bitmeyecek. Lütfen bir çözüm üretin.”

Müsteşar gözlüklerinin üzerinden başbakana baktı;
“Bir çözüm var efendim ama çok dikkatli bir algı yönetimi gerektiriyor. Onu başarırsak ırkçı partiyi durdururuz.”

Başbakan merakla sordu;
“Nasıl, anlatın lütfen.”

Müsteşar yerinden kalktı, duvardaki büyük TV ekranına dokundu, açılan pencereden geniş bir Avrupa haritası göründü.
“Bakın efendim, şurada, Asya Minörde bir dikta heveslisi var. Onu kullanabiliriz. Diktatörlüğünü ilan etmek için önümüzdeki ay bir referandum düzenliyor. Eğer algı yönetimini başarıyla yönetebilirsek, halkımızın toplumsal tepkilerini onun üzerine çekebilir, ırkçı partinin söylemlerini genelleştirebiliriz. Böylece ırkçı partiye yönelen oyları geri kazanmamız mümkün olabilir. Ama…”

Başbakan sevinçle araya girdi;
“Evet, evet, aynen böyle yapalım. Bu işin aması falan yok. Durum çok ciddi.”

Müsteşar;
“Ama efendim bu planın bir kusuru var. Bu işten bizim kadar dikta heveslisi de karlı çıkabilir.”

Başbakan bir süre öylece kala kaldı. Kalın gözlüklerini düzeltti,
“Ne yapalım, önemli olan benim ülkemin çıkarlarıdır. Asya Minörün diktatörüne yol verebiliriz. Nasıl olsa onu bir şekilde…”

Aradan birkaç gün geçti. Asya Minörün başbakanına para gerekiyordu, ülkenin en büyük petrol şirketi satılıktı. Ve bir Avrupa ülkesi değerinin üzerinde teklifle şirkete talip oldu. Hemen görüşmelere başlandı, bir heyet Asya Minöre geldi. Heyetin başında, şirketin baş danışmanı rolünde, deneyimli müsteşar vardı. O küçük Avrupa ülkesi, Asya Minörün petrol şirketini büyük paralar ödeyerek satın aldı. Bu sırada başbakanla ve parti ileri gelenleriyle de sohbet(!) toplantıları yapıldı.
Ardından dört gün sonra iki ülke arasında sorunlar patladı. O küçük Avrupa ülkesi inanılmaz biçimde ülkesindeki Asya Minör vatandaşlarının sosyal toplantılarını yasakladı. Orada da kalmadı,  bir Asya Minör bakanını yaka paça sınır dışı etti. Her iki ülkede de ırkçı söylemler tavan yapmıştı. Medya birbirine karşı savaş günlerini hatırlatan yorumlarla dolup taşıyordu. O küçük Avrupa ülkesindeki ırkçı partinin söylemleri bir anda genelleşmiş, herkes aynı şeyi söyler olmuştu. Bu koşullar altında seçime gidildi. Büyük ölçüde oy kaybetmesi beklenen başbakanın partisinin kaybı beklenen kadar olmamıştı ama en önemlisi, kamu oyu yoklamalarında 35 milletvekili çıkaracağı söylenen ırkçı parti ancak 20 milletvekilliği kazanabilmişti. Asya Minördeki dikta meraklısı ise oylarını yüzde iki kadar artırmıştı. Görünüşe göre herkes kazanmış gibiydi. Oysa temel gerçeklik bize şöyle diyordu. HER KAZANCIN BİR KAYBEDENİ MUTLAKA VARDIR.

Mümtaz Gökçebağ

19.03.2017


************************************************************************


Karanlıktan Aydınlığa Kısa Öyküler – 10


“Savaşa hazır mısınız” diye bağırdı genç adam;

Küçük erkek çocuk ile ondan iki yaş büyük ablası asker edasıyla karşılık verdiler;
“Evet komutanım”

Anne arabanın arka kapısını açtı;
“Haydi bakalım, herkes savaş mevkine.”

Çocuklar koşarak içeri gidiler, kemerlerini bağladılar. Genç adam direksiyona geçti, yanına yerleşen eşine sevgiyle baktı;
“Hadi bakalım, işte gidiyoruz. Çocuklarımız için tatlım.”

Genç kadın yanıtladı;
“Her şeyimiz onlar için.”

Çevre yolunda hızla ilerleyen bu arabadaki aile elbette ki gerçek bir savaşa gitmiyordu. Ya da onların savaşı sizin bildiğiniz çatışmaları içermiyordu. Halbuki bu ülkedeki bazı gazeteler sayfalarına şöyle bir haber düşmekten çekinmemişti. “Hükümet esnafı silahlandırıyor”. Yani birileri gelecekte tahmin ettikleri olaylar için şimdiden önlem alıyor ya da aldığını sanıyordu. Taraftarlarına silah dağıtıp, iç savaş provaları yapan bu kesime karşı, onların istediği, beklediği ya da kuvvetle umut ettiği biçimde davranmamak temel stratejimiz olmalıdır. Çünkü bu bir savaşsa eğer, onu ancak biz kendi istediğimiz gibi bitirmek istiyoruz.
Araba kalabalık trafikten sıyrılıp İzmir'e yakın bir köy yoluna saptı. Ormanlık alanlardan geçtiler, tertemiz havanın vücutlarına verdiği dinginlikle neşeli şarkılar söylediler. Köyün girişindeki alana park ettiler, çünkü o gün köy meydanına Pazar kurulmuştu, kimse oraya aracıyla giremezdi. Ailece tek katlı köy evlerinin arasından geçti. Bahçeler çeşitli bitkilerle doluydu ve çocuklar çok meraklıydı. Annesinin eteğini çekiştirip soruyorlar, anne de büyük bir dikkatle onları yanıtlıyordu. Çocukların sorduğu hiçbir soru yanıtsız kalmamalıydı.

“Anne, bunlar nedir?”
“Onlar marul, salataya doğruyoruz ve sen de kalan kökünü çok seviyorsun ya”
“Onu toprağın içine nasıl yerleştirmişler?”
“Bu marullar toprağa ilk dikildiklerinde tıpkı senin gibi küçücük fidanlarmış. Zamanla beslenip büyümüşler ve şimdi senin onları afiyetle yemeni bekliyorlar.”

Marul, ıspanak, tere, maydanoz ve daha pek çok sebzenin yetişme öyküsü, Pazar yerine ulaşıncaya kadar çocukların belleğindeki yerini almıştı. Sıra yumurta satın almaya gelince anne köylü kadınına sordu,
“Bu yumurtalar gezen tavuğun mu?”

Köylü kadını eliyle arka taraftaki bahçedeki tavukları gösterdi.
“Evet ablacığım, bak hepsi şu anda orada, eşinip duruyorlar?”

Anne dikkatle yumurtaları özel bir kaba koyuyordu ki, küçük erkek çocuk sordu;
“Anne, bu yumurtalar da mı toprakta yetişiyor?”

Ablası bilgiç bir tavırla atıldı;
“Hayır, onlar tavuğun karnından çıkıyor.”

Küçük erkek çocuk yüzünü buruştur;
“Ama anne onu çıkarmak için tavuğun karnını mı yarıyorlar yani?”

Ablası yine kimseye fırsat vermeden yanıtladı;
“Hayır, arka tarafından, tuvaletini yaptığı yerden çıkıyor.”

Küçük erkek çocuk şaşkınlıkla ona baktı;
“Yani kakasıyla birlikte mi çıkıyor? Böö, çok iğrenç, ben yumurta yemem artık.”

Durumun kötüye gittiğini gören baba hemen atıldı;
“Hayır oğlum, tavuk onu senin için temizleyerek çıkarıyor, kakasıyla birlikte değil.”

Anne araya karıştı;
“Hem pişirmeden önce ben onları tertemiz yıkıyorum.”

Pazar alışverişi bitmiş, meyve ve sebzeler bagajdaki yerini almıştı. Aile eve dönüyordu ve yorgun düşen çocuklar arka koltukta çoktan uykuya dalmışlardı. Anne sevgiyle onlara baktı, kocasına döndü;
“Eee, söyle bakalım koca komutan, bu gün savaşı kazandık mı?”

“Bence kazandık. Çocuklarımız asla unutmamaları gereken bilgilerle donandılar. Buraya her gelişimizde daha çok köyün bir parçası haline gelecekler, doğal yaşamı birinci elden öğrenecekler. Bir çok kişinin köylüyü küçümseyen bakışlarının tersine, bizim çocuklarımız o insanlardaki bilgelik ve hoş görüyle yetişecekler. Aynı zamanda modern yaşamı da bilecekler. Böylece ortaya çıkacak yepyeni yaşam biçimiyle, gericiliğe ve sömürücülüğe kolayca karşı koyabilecekler.”

Anne elini eşinin omzuna koydu ve sevgiyle mırıldandı.
“Her şey çocuklarımız için”


Mümtaz Gökçebağ

19.02.2017


***************************************************************************



Karanlıktan Aydınlığa Kısa Öyküler – 9

1999 model araba, geçirdiği günleri ayrı ayrı anlatan gürültüler çıkararak köy meydanında durdu. Araçtan inen iki kişi hemen önlerindeki kahveye yöneldi. Hava soğuktu ve meşe odunlarıyla ısıtılan kahvenin kapıları sıkı sıkıya kapatılmıştı. Günün bu saatinde içeride yaşlı üç köylü oturuyordu. Orta yaşlı adam onlara seslendi;
"Selamün aleyküm ağalar"

İçerdekiler sesin geldiği yöne döndüler ve kimisi ayağa kalkarak, kimisi oturduğu yerden selama karşılık verdiler. Kahveci yerinden fırladı, sobanın hemen yanına iki sandalye çekti;
"Hoş geldiniz beyim, dışarısı soğuk, üşümüşsünüzdür, böyle buyurun" dedi. 

İki adam kendilerine gösterilen yere oturdular, onların tam karşısında çayını yudumlayan yaşlı köylü merakla sordu;
"Hayırdır, sizi hangi rüzgar attı buraya, zemheri kışı kazma kürek yaktırırken"

Orta yaşlı adam;
"Hayırdır amca, bizim zaten şer ile işimiz y
ok ki" diye karşılık verdi ve devam etti;
"Ev için biraz alışveriş yapmaya geldik"
Kahvedekiler şaşkınlık içinde bu son cümleye kulak kabarttılar. Yaşlı köylü iyi anlayamamıştı;
"Aman oğul, köyden ne alış verişi yapılır ki. Şehirdeki marketlerde istediğiniz her şey var."

Orta yaşlı adam;
"Ama biz sizlerden almak istiyoruz. Market ürünlerinin hepsi düzmece. Ne peynirleri peynir, ne yoğurtları yoğurt. Siz bizden daha iyi biliyorsunuz ya."

Köylüler hoşlarına giden bu sözcükleri başlarıyla onaylarken kahveci araya girdi;
"Doğru söyledin be ağabey, geçen gün televizyonda vardı, toprak olmadan domates yetiştirmişler, kökleri havada."

Yaşlı adam bir kez daha şaşırdı, bir türlü inanamıyordu.
"Deme yahu, olur mu öyle şey, kökler havada demek"

Orta yaşlı adam;
"Evet, ben de biliyorum, o nedenle sizlere geldik. Çünkü burada hileli hurdalı ürün olmaz. Burada her şey tarlada nasılsa öyledir."

Yaşlı köylü;
"Peki ne almak istiyorsunuz. Bizde şimdi bol bol mandalina var. Enginarlar daha çıkmadı."

Orta yaşlı adam;
"Biz öncelikle peynir ve yoğurt alacağız. Sonra eğer varsa, soğan, pırasa, marul, lahana gibi sebzelere bakıyoruz."

Kahveci uzak köşede televizyon izleyen çocuğa seslendi;
"Len, koş bakayım, hacı nineye haber ver. Şehirden müşteriler gelmiş, elinde ne kadar peynir ve yoğurt varsa getirsin buraya"

Çocuk ok gibi kapıdan fırlarken, kendisi de pencereden yandaki eve seslendi;
"Abla, abla, şehirden müşteriler gelmiş, bahçeden ne varsa topla gel"

Yarım saat sonra kahvenin içinde mini pazar kurulmuş, garip bir pazarlık başlamıştı.
Hacı nine;
"Bak bende terazi falan yok, burada iki kilodan fazla yoğurt var. Hepsine beş lira var yeter."

Genç adam;
"Hiç öyle şey olur mu büyük anne, onun her gramında senin emeğin var, on lira vereceğim."

Hacı nine;
"Hayır hayır, istemem, vallahi olmaz. Günah be oğlum, bu kadarcık şeye on lira verilir mi?"

Hemen yandaki sebze bölümünde başka tartışma sürüyordu.
Pazarcı kadın;
"Bak bu kasanın içinde yirmi kilo mandalina var. Tüccara hepsini on liradan verdim. Sana da öyle olsun."

Orta yaşlı adam;
"Dünyada kabul etmem. Ben şehirde ona yirmi beş lira veriyorum, burada da aynısını ödeyeceğim."
"Aaa, olur mu öyle şey?"
"Elbette olur, hem de pek güzel olur."

Olanları büyük bir şaşkınlık içinde izleyen kahveci dayanamayıp sordu;
"Agabey, siz bu kadar malı ne yapacaksınız. Kendiniz yiyemezsiniz, satacak mısınız?"

Orta yaşlı adam;
"Hayır, dört beş aile birleştik, aramızda paylaşacağız."

1999 model araba köy meydanından ayrılırken, köylüler yaşadıkları olayı hala anlayamamış, kendi aralarında tartışıp duruyorlardı. Aslında araçtaki genç adam da onlardan farklı değildi. 
"Ağabey, kusura bakma ama ben bu işten bir şey anlamadım. Tamam, şehirden kalktık köye gelip alış veriş yaptık. Tümüyle doğal ürünler aldık. En azından öyle olduğunu kabul ediyoruz. Ama bu yaptığımızın gericilikle, hükümetle mücadeleyle nasıl bir katkısı olabilir ki?

Orta yaşlı adam gülümsedi;
"2017 yılı bu adamlar için tam bir talan yılı olacak. Çünkü sistemleri kaynakların kendi aralarında paylaşılmasına dayanıyor. Fetöcülerin mallarına el koyarak ekonomilerini bir süre yönetebildiler. Şimdi tüm ekonomik olumsuzlara karşın başarıyla ayakta duran az sayıdaki kamu kurumlarına el koydular, bununla referandum sonuna kadar zaman kazandılar. Sonrası zaten padişahlıklarını ilan edecekleri için onlar açısından zafer anlamına geliyor."

Genç adam araya girdi;
"İyi de ağabey, şimdi biz köyden alış veriş yapınca, köylüler referandumda "hayır" mı diyecek?"

Orta yaşlı adam;
"Sanmıyorum, daha önce ne dedilerse, aynı çizgilerini korurlar. Köylüler çabuk değişmez. Ama biz farklı bir noktadan mücadelemizi sürdüreceğiz. Sistem, üreticiden tüketiciye kadar olan uzun zincirde değerlerin hükümet yanlılarının elinde toplanmasına dayanıyor. Gerçekte köylü sürekli fakirleşiyor, geriliyor ama burada oluşan tepkiler dini motifler kullanılarak kapatılıyor. Eğer biz tüketiciler, şehirdeki marketler yerine, doğrudan köylülere daha doğru terimle, üreticilere yönelirsek işte o zaman sistemin dayandığı aracılar düzeni sarsılmaya, dağılmaya başlar. İnan bana, marketler sinek avlamaya başlasın, kurdukları düzen birkaç ay bile dayanamaz."

Genç adam umutsuzdu;
"Tamam abi ama ben o kadar umutlu bakmıyorum. Bizim gibi kaç kişi çıkar ki. Süper marketler hafta sonları dolup dolup taşıyor."

Orta yaşlı adam hafifçe gülümsedi. 
"Hiç yıkılmayacakmış gibi duran köprünün ayaklarından tek bir tuğlanın çekilmesi, her şeyin göçmesine neden olabilir. İnan bana, işte o tuğla bizleriz. Sistemin dışına çıktığımız anda olacakları gözünle görecek ama bir türlü inanamayacaksın."

Mümtaz Gökçebağ

10.02.2017 




Karanlıktan Aydınlığa Kısa Öyküler – 8


“Sokakları boş bırakmamalıydık” dedi orta yaşlı adam ve devam etti;
“Bunlar da aynı biçimde hareket etmişlerdi. Her Cuma başörtüsü eylemleri oluyordu. Bol bol gaz yediler, coplandılar, ıslatıldılar ama yılmadılar. Basit, masum isteklerini vazgeçmeksizin tekrarladılar ve bu gün Cumhuriyeti kendi istekleri doğrultusunda değiştirebilecekleri düzeye ulaştılar.”

Genç adam sabırsızlıkla atıldı;
“O halde biz de aynısını yapalım. Sokakları dolduralım, özgürlük, eşitlik, adalet diye bağıralım”

Yaşlı adam olumsuz anlamda başını salladı;
“Hayır oğlum, öyle yapmayacaksınız.”

Genç adam;
“Nedenmiş o, onlar yapınca oluyor da bizler mi…”

Yaşlı adam;
“Onlar yapınca oluyor çünkü karşılarında hukuka, insanlık değerlerine, insanın değerine inanan kişiler vardı. Onlar yapınca oluyor çünkü karşılarında hoş görü, uzlaşma ve her şeye karşın birlikte yaşama vardı. Oysa şimdi ortam öyle değil.”

Orta yaşlı adam;
“Nasıl yani baba?”

Yaşlı adam;
“Şimdi karşımızda kin, nefret ve hırs var. Şimdi karşımızda kendileri gibi düşünmeyenleri yok etmeye hazır insanlar var. Şimdi karşımızda bir gün sokaklara çıkarlar da bizi devirirler diye yıllardır hazırlık yapan bir düşünce var.”

Genç adam ayağa fırlayıp, kabullenemeyen bir sesle itiraz etti;
“Ne yani dede, onu yapmayalım, bunu yapmayalım. Tümüyle teslim mi olalım? Bir çaresi yok mu bu işin?”

Yaşlı adam;
“Dünyada yalnızca ölüme çare yoktur oğul. İnsan umutsuz olmaz. Ama savaşı düşmanın istediği zamanda, istediği yerde yapmak, baştan kaybetmek demektir.”

Genç adam sessizce yerine oturdu;
“Tamam, düşmanın istediği zamanda savaşmayalım da, ne zaman savaşacağız peki? Hem senin sözünü ettiğin umut nerede? Umut kaldı mı ki?”

Yaşlı adam hafifçe gülümsedi, parmağıyla genç adamın kafasını işaret etti;

“İşte, umut orada. Tam bu kafanın içinde. Onlar kin biriktirdiler, örgütlendiler, silahlandılar. Şimdi kendilerini hazır hissediyorlar ve savaş çığlıkları atıyorlar. Biz ise sevgi, aşk biriktirdik, hoşgörü, sevecenlik ve yardımseverliği geliştirdik. Onlar tabanca, tüfek, bomba yaptılar, biz çiçek ektik, kedilerimizi, köpeklerimizi besledik, tavuklarımıza doğal yaşamlarına uygun özgür alanlar yarattık. Bu dünya sevgili oğul, bizim gibilerle yaşanabilir bir yer halinde kalır. İşte o nedenle mücadelemiz koşullar ne olursa olsun, onlar gibi değil, bizim gibi yaşayan dünyayı korumaktır. İşte o nedenle sevgili oğul, mücadelemiz varlığımızı korumaktır.”

Mümtaz Gökçebağ 30/01/2017


************************************************************



KARANLIKTAN AYDINLIĞA KISA ÖYKÜLER -7

Birinci adam, kendisi gibi beyaz saçlı, biraz şişman diğerine döndü;
-          -Üstadım, sizi kutluyorum. Harika bir oyun bu. Şu seyircilerin heyecanına bakar mısınız?
İkinci adam hafifçe gülümsedi,
-        -Bekleyin bekleyin, bakın daha neler olacak, diye yanıtladı.
Sahnede bir parlamento görünüyordu, konuşmacı akıcı üslubuyla düşüncesini savunuyordu;
-          -Bu anayasa değerli üyeler, ülkemizin kurtuluşu anlamına gelmektedir. Eğer muhalefetin ileri sürdüğü dikta rejimi zaten yıllardır var.  Zaten yıllardır küçük bir elit azınlığın çoğunluğa diktasını yaşamaktayız. Sözüm ona “halka rağmen, halk için” düşüncesiyle hareket ediyorlarmış. Halt yemiş onlar. Diktanın alasını sürdürdüler, hala da düzenleri bozulmasın istiyorlar.
Bu sözler üzerine parlamento sahnesinin sol kanadında oturan millet vekilleri ayağa fırladılar.
-          -Yuuuh, ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu senin? Kime diktatör dediğinin farkında mısın vatan haini diye bağırdılar.
Salonda sağ tarafta oturan seyirciler, tıpkı sahnedekiler gibi ayağa kalkıp sloganlar atmaya, bağırıp çağırmaya başladılar.
Birinci adam;
-          -Üstadım, gerçekten inanılmaz. Şu anda salonda olmak için neler vermezdim. Hayatım boyunca bu kadar sürükleyici bir oyun görmemiştim. Seyirciler kelimenin tam anlamıyla oyunun içindeler,
dedi ve ansızın aklına gelmiş gibi sordu.
-          -Sakın onlar da profesyonel aktör olmasınlar. Yani seyircileri diyorum.
İkinci adam kendinden emin gülümsedi;
-          -Hiç olur mu öyle şey. Bu kadar aktörü kiralasam bana kaça çıkar biliyor musun sen
Birinci adam;
-          Elbette ama bu kadar çok seyirciyi oyunun içine alabilmek, gerçekten harikasınız.
İkinci adam;
-          -Teşekkür ederim. Aslında seyirciler oyunun bir parçası olduklarının farkında değiller. Böylece hem giriş parası veriyorlar hem de oyuna heyecan katıyorlar. Bir taşla iki kuş yani.
Birinci adam;
-         - Sizi  tekrar kutluyorum üstadım. Peki, bundan sonra neler olacak?
İkinci adam;
-         - Anayasa görüşmeleri sahnesi bir süre daha böyle devam edecek. Rejisör dostum araya birkaç tane de kavga bölümü eklemiş. Ama kimse ölmüyor merak etmeyin.
Birinci adam;
-          -Elbette ya, böyle bir oyun aksiyonsuz tatsız kaçar değil mi?
İkinci adam;
-          -Anayasa görüşmelerinden sonra ikinci bölümde referandum sahnesi yer alıyor. 
Birinci adam;
-         - Sanırım orada da heyecan son sınırındadır.
İkinci adam;
-          -Evet, aynen öyle. Seyircilere sanki “hayır” derlerse bütün sorunları çözebilecekleri fikri aşılanacak.
Birinci adam;
-         - Anladım, ve sandıktan “hayır” çıkacak.
İkinci adam;
-          -Sandığımız gibi değil, tam tersine sandıktan “evet” çıkacak. Hem de %60 oranıyla.
Birinci adam şaşırmıştı,
-         - İyi de o zaman neden seyirciye öyle bir fikir…
ansızın oyunu anladı. Havada parmağını şaklattı;
-         - Elbette ya, sonuçta senaryoyu yazan sizsiniz. Seyircinin ne dediğinin bir önemi var mı?
İkinci adam arkadaşının kulağına eğildi,
-          -Aman dostum, bunu kimse duymasın. Tüm bu seyirciler oynanan sahneleri gerçek sanıyor. Eğer öyle olmadığını anlarlarsa, basitçe tiyatrodan çıkıp giderler. Eh, o zaman biz kimden para kazanacağız?
Birinci adam ağzı kulaklarında gülümsedi, göz kırptı,

-          -Değil mi ya, biz kimi sömüreceğiz?

***********************************************************************************


KARANLIKTAN AYDINLIĞA KISA ÖYKÜLER – 6

Genç memur duyduğu gürültüleri merak edip pencereden bakmasaydı belki de yaşantısındaki en önemli anı kaçıracaktı. Bahçe polislerle dolmuştu, koşuşturarak ana girişten içeriye akıyorlardı. Şaşkınlıkla kapıya yöneldi, olanları şefine haber vermeliydi, eli tam kapının tokmağına gitmişti ki kapı kendiliğinden açılıverdi. Tepeden tırnağa silahlı polis onu göğsünden içeriye itti;

"Kimliğin?" Diye bağırdı. 
Genç memur elleri titreyerek kimliğini çıkarıp gösterdi. Polis bir ona bir de resme baktı,

"Burada kal ve sakın kıpırdama", dedi. 

Genç memur geriledi, yeniden pencere önündeki yerini aldı. Bahçedeki hareketlilik azalmıştı. Karşı binanın pencerelerinde tıpkı kendisi gibi olayları izleyen meraklı memurlar görünüyordu. Onlara el etmeye çalıştı ama kimsenin kendisine dikkat ettiği yoktu. Birkaç dakika sonra müdür yardımcısı, polisler arasında ana kapıda göründü. Elleri kelepçelenmişti, kiloları yüzünden bir türlü hızlı hareket edemeyen bu kısa boylu adam koşturmaya zorlanıyordu. Bunu başarması elbette mümkün değildi, daha merdivenlerin ikinci basamağına gelmeden aşağıya yuvarlanıverdi. Ama polisler onu karga tulumba tutup, plastik top gibi minibüsün içine atıverdiler. Hemen ardından kapıda muhasebe şefi göründü. O da tıpkı müdür yardımcısı gibi elden ele dolaştırılıp araca bindirildi. Sonra ambar memuru ve kapıdaki güvenlik görevlisi alındı. İşte tam o anda genç memur itiraz etmek istedi. 

“Hayır, o benim arkadaşım, asla terörist olamaz, yanılıyorsunuz” diye bağırarak ortaya atılmalı, her öğlen tavla oynadığı sevgili dostunu kurtarmalıydı. Hatta direnen polisleri ittirip ellerinden koparıp almalıydı arkadaşını. 
Ama bunun hiç birisini yapamadı. Tam tersine, korkuyla pencerenin demirine yapıştı, büyülenmiş gibi öylece kala kaldı. Polisin alıp götürdüğü insanların hiç birisinin terörist olduğuna inanmıyordu. Hatta bir mahkeme kurulsa, onların masumiyetine kolaylıkla yemin edebilirdi. Kalbi çılgınlar gibi çarpıyor, midesi bulanıyordu. Ağzını tarif edilmez bir acı tat kaplamıştı. Gözlerinden yaşlar dökülüyor, çenesi titriyor, dişlerinin takırtısı kulağını tırmalıyordu. 

Başını ellerinin arasına alıp koltuğuna oturdu ve işte tam o sırada küçük kalorifer böceğini gördü. Telaş içinde kendisine saklanacak bir yer arıyordu, hızla gelip ayakkabısının altına girdi. Orası karanlık ve güvenli görünüyor olmalıydı. Ne büyük yanılgı. Oysa ayağına biraz güç verse, şöylece hafifçe bastırsa yamyassı olurdu kalorifer böceği. Ayağını kaldırdı, açığa çıkan böcek yeniden telaşla koşuşturmaya başladı. Genç memur bir süre böceği izledi. Onun güvenli bir yer arayışı hoşuna gitmişti. Gülmeye başladı. Önce hafiften sonra giderek artan biçimde gülmeye başladı. Kimsenin olmadığı odadan kahkaha sesleri yükseliyordu şimdi. Sonunda korkusundan kurtulmuştu. Sonunda bu dünyada yalnızca kendisinin değil, başkalarının da saklanacak bir yer aradığını görmüştü. Demek ki yalnız değildi. Demek ki bu dünyada yalnızca o korkmuyordu, başkaları da vardı. Yerinden kalkıp pencereye gitti aşağıya baktı. Bahçede kimsecikler yoktu.  Herkes saklanacak bir yer bulmuştu. 


******************************************************************************

    
KARANLIKTAN AYDINLIĞA KISA ÖYKÜLER – 5

Genç adam saygıyla elini öptü,
-        "Nice mutlu yıllar hocam, sizi gördüğüme çok sevindim, nasılsınız?" Diye sordu.
Yaşlı adam artık iyi seçemeyen gözleriyle karşısındaki şöyle bir süzdü, sonra gülümsedi.
        "Seni hatırladım, hemen ikinci sırada otururdun değil mi?"
-          Evet hocam, sizi çok iyi gördüm. Maşallahınız var.
-           ok canım, bu yaşta ne kadar iyi olunabilir ki. Üstelik memleketin halini de biliyorsun.
-          Evet ya, resmen içim yandı hocam biliyor musunuz. Şöyle ağız tadıyla bir yıl başı bile kutlayamıyoruz artık.
Hoca, öğrencisinin omzunu sıvazladı,
-          Ne yaparsın, modern savaş işte böyle bir şey.
Öğrencisi anlayamamıştı,
-          Nasıl yani hocam?
-          İkinci dünya harbinde sevgili oğlum, Amerikan uçakları Tokyo’yu bombalamışlardı. Her türden ölüm, bomba kılığında insanların üzerine yağmıştı. Tam altmış bin sivil o gece katledildi.
-          İyi ama hocam, o bir dünya savaşıydı.
-          Peki, sen İstanbul’da patlayan bombaların ne olduğunu sanıyorsun. Havai fişek gösterisi mi?
-          İkinci dünya savaşı, şövalye ruhuyla yapılan son savaştı. Yirminci yüzyılda kaldı. Şimdi yirmi birinci yüzyıldayız ve her şey sanal gösterime göre. İnsanlar savaşta ama barışta olduğunu sanıyorlar. Yılbaşı eğlencesi için bir yere gidiyorsunuz ki bu her yıl yaptığınız doğal davranış ama o gece cephede olduğunuzdan haberiniz yok. İnsanlar ölünce de şaşırıp kalıyoruz, “ne oluyor” diye. Oysa savaşın doğal kurbanlarıyız hepimiz.
Öğrenci gülümsedi,
-          Ah şimdi anladım, size katılıyorum hocam, çok haklısınız. Peki ne yapacağız. Elimize silah alıp cepheye gitsek düşman nerede? Kimi sorumlu tutacağız? Böyle savaş olur mu?
Hocası öğrencisine sevecen gözlerle baktı,
-          Olur oğlum olur. Ama günümüzde savaşlar artık böyle yapılmıyor. Eline aldığın en modern silah, dünyanın en hızlı ağır makinelisi, dünyanın en güçlü topu artık hiçbir işe yaramaz. Eskiden bildiğin savaş taktiklerinin hiç birisi bu gün geçerli değil.
Öğrencinin canı sıkılmıştı;
-          Yani hocam, bize ölmekten başka seçenek bırakmıyorsunuz ki. Cephe yok, silahlar anlamsız ama ölüm gerçek. Ne yapacağız o halde? Bizim seçeneğimiz ne?
Hoca başını salladı,
-          İşte, seçeneği sen söyledin zaten. Bu savaşta bize düşen görev ölmek sevgili oğlum. Nasıl eski savaşlarda siperlerde şehit düşüyorsa insanlar, şimdi bizler de kentlerde, modern yaşam biçimimizi korurken şehit düşeceğiz. Artık cephe toprağa kazılmış sıra sıra siperler değil. Cephe Alsancak’ta bira içmek, rakı ve balıkla ziyafet çekmek. Cephe kordonda sevdiğine sıkıca sarılarak dolaşmak, arada bir de dudaklara küçük öpücükler kondurmak. Cephe taksimde dans etmek, Reina’da müziğin ritmiyle kendinden geçmek. Kırk defa baskın yapsalar diskolara, kırk birinci kez yine oraya gitmek. İnatla ama ölümüne bir inatla yaşam tarzımızı sürdürmek. O yüzden sevgili oğlum, dün gece dans pistinde hayatını kaybedenlerin hepsi şehit, yaralananlar ise artık gazidir.
Öğrencinin yüzüne acı bir gülümseme yayıldı, hocasının eline sarıldı,

-          Verin elinizi bir kez daha öpeyim hocam. Çünkü bu akşam kordonda bira içmeye gideceğim. Kim bilir, belki de dönmem. İşin içinde şehit düşmek de var. Hakkınızı helal edin o zaman.

*****************************************************************************************

KARANLIĞA KARŞI KISA ÖYKÜLER-4

Birinci görevli;
                “Abi, ya kızı gördün mü?”
İkinci görevli;
                “Sus bi lan, bu kız adamı hacamat eder valla.”
Birinci görevli;
                “Hatun çıplak dolaşıyor be.”
İkinci görevli;
                “Salak salak laflar etmesene, kendi evi değil mi, nasıl isterse öyle dolaşır.”
Birinci görevli;
                “Doğru ya, aslında yabancı olan bizleriz, onlar kendi evlerinde.”
İkinci görevli
                “Böyle şeyler bizim mesleğin kaçınılmazlarındandır aslanım.”
Birinci görevli;
                “Abi, mutfaktan çıktılar, diğer oda görüntüsüne geçiyorum. Yok, hayır, dur, kız mutfağa geri geldi. Dolaptan bir şişe çıkardı, aldı gidiyor.”
İkinci görevli;
                “Adam da oturma odasındaki koltukları çekiyor. Bu sefer yakaladık galiba. Bunlar mutlaka bir eylem gerçekleştirecekler. Kayıt işi nasıl gidiyor?”
Birinci görevli;
                “Her şey yolunda abi. Saniyesi saniyesine kaydediyoruz. Bak, kadın da oturma odasına geçti, kocasına nasıl sarılıyor. Ah be şu hatun…”
İkinci görevli;
                “Sus lan ahlaksız, tövbe de. Günaha giriyorsun. O kadın herifin helallisi yahu.”
Birinci görevli eliyle kendi ağzına vurur;
                “Tövbe tövbe, şeytan şaşırttı. Halkısın abi, Cebrail günah yazmaz inşallah.”
İkinci görevli;
                “…..”
Birinci görevli:
                “Cebrail günah yazmaz değil mi abi. Ne de olsa tövbe ettim.”
İkinci görevli;
                “Nereden bileyim ben salak, git Cebrail’e sor. Hem yazı yazan Cebrail miydi?
Birinci adam sol tarafına doğru seslenir;
                “Cebrail hazretleri, ne olur günah yazmayın. Bir kere şeytana uydum, sonra…”
İzlenen adam dikkatle bardaklara şarap koyar, kadın ise kuru yemiş kavanozundan biraz fıstık boşaltır. Sonra ikisi birden bardaklarını tokuştururlar;
                “Şerefe aşkım”
Birinci görevli gülümser.
                “Ayy, bunlar kesin şey yapacaklar. Çok şanslıyız valla”
İkinci görevli;
                “Bu okumuş takımı belli mi olur, oturup sohbete bile dalabilir.”
İki görevli de susarak önlerindeki ekranı dikkatle izlemeye başlarlar. Bir süre geçer.
İkinci görevli;
“Ulan şu manzara ne kadar güzel. Adam almış ateşli hatunu bir eline, diğerinde şarap kadehi. Zevke bak yaa…”
Birinci görevli;
                “Aynen öyle abi. Biz böyle olamadık ki. Yani bizim hatunlar sanki daha soğuk. Hiç bu tür şeyler olmuyor be abi. Aç bacaklarını, şak-şuk-şar. Hepsi bu kadar. Bizim hatun yataktan fırlayıp tuvalete koşturur her seferinde. Acaba biz de böyle yapsak fark eder mi?”
İkinci görevli;
                “Bilmem, bir denemekte yarar var bence. Ne kaybedersin ki?”
Birinci görevli memnun mutlu gülümser;
                “Ah ya, evet, kesin çok şaşıracak benim hatun. Acaba eve biraz erken gitsem mi?”
İkinci görevli;
                “Höst azgın ayı. Burada görev yaptığımızı unutma. Mesai dolunca gidersin. Sen devletin memurusun oğlum. Yönetmelikte ne diyorsa o.”
Birinci görevli boynunu büker.
                “Emrin olur abi. Hele eve bir gideyim, bizimkisine ne biçim sürpriz olacak ama.”
Ertesi sabah izlenen erkek ve kadın yataktan gerinerek kalkarlar. Kadın erkeğin kulağına eğilir.
                “Sevgilim, bizi hala izliyorlar mıdır?”
Erkek;
                “Hiç kuşkun olmasın.”
Kadın;
                “O zaman aynı oyunu oynamaya devam.”
Erkek;
                “Kesinlikle”
Kadın;
                “Şimdi ben yeniden yatıyorum, sen kalkıp beni öpücükle uyandırıyorsun ve kahvaltımı tepsi içinde buraya getiriyorsun.”
Erkek fısıltıyla yanıtlar.
                “Aynen öyle. Bu gericilere modern erkeğin ne olduğunu öğretmemiz gerekiyor.”
Kadın yeniden yatar, gözlerini kapatıp uyuyormuş gibi yapar. Erkek yavaşça yerinden kalkıp yatağı dolaşır, kadının yanında diz çöker, küçük öpücüklerle kadını uyandırır.

DEVRİMCİLİK, NASIL YAŞANMASI GEREKTİĞİNİ TOPLUMA GÖSTERMEKTİR.

******************************************************************************


KARANLIKARANLIKTAN AYDINLIĞA KISA ÖYKÜLER-3

Birinci adam sıkıntıyla bilgisayarın başından doğruldu, yanındaki adama seslendi. 
 "Rezalet yahu, aklıma hiçbir şey gelmiyor. Beynim durdu sanki"

İkinci adam;
 "Hadi kendine bir kahve yap, zihnin açılır"

Birinci adam;
 "Yok be abi, artık benimkisi umutsuz vaka. O eskidendi. Hani hatırlıyor musun, Ergenekon senaryosu yazıyorduk da sabaha kadar kaç bardak kahve içmiştik."

İkinci adam güldü;
 "Sahi ya, ne güzel günlerdi onlar. Sabaha kadar çalışırdık ama zerrece yorgunluk yok. O Allahsız, kitapsızlara ne oyunlar kurmuştuk değil mi?"

Birinci adam;
 "Evet abi. Hani bir paşa vardı, Kürtleri severmiş. Devlet adama görev vermiş, git Kürtleri öldür demiş. Bizimkisi ne yapmış, onların dertlerini dinlemeye, sorunları çözmeye oturmuş. Yahu sana ne adamın köy ağasıyla olan kan davasından. Sana ne kız kaçırmalardan, tecavüzlerden, soygunlardan. Sen gideceksin, kuzu kuzu elinde silah gördüğün her insanı devireceksin. Bu kadar basit. Ama ona ne senaryo döşenmiştim. Savcı bey okurken bizim paşa kıpkırmızı kesilmişti. Toplu Kürt katliamıyla suçlanmıştı abi. Onun halini görünce gülmekten karnıma ağrılar girdi."

İkinci adam hasretle iç çekti;
 "Güzel günlerdi onlar be. Ama artık mazi oldu. Şimdi yeni hedefler, yeni senaryolar gerekiyor. Sen bu Kılıçdaroğlu için bir şey buldun mu?"

Birinci adam;
 "İşte sorun da burada ya abi. Hiçbir şey bulamadım. Hani uyuşturucu kullanıyor falan desek mi acaba?"

İkinci adam;
 "Hadi oradan, bizim savcı bile inanmaz ona. Sen iyice çaptan düşmeye başlamışsın anlaşılan. Öyle bir suçlama bulacağız ki, hem herkes inanacak hem de Halk partisi sizlere ömür."

Birinci adam;
 "Abi kolay mı ya. Okumadığım polisiye roman kalmadı valla. Şöyle dört başı mamur bir suçlama bulamadım. Bir ara şeyi düşündüm"

İkinci adam;
 "Neyi?"

Birinci adam;
 "Ama abi söz ver, bana kızmayacaksın."

İkinci adam;
 "Tamam, kızmam, söyle hadi."

Birinci adam;
 "Hani Kılıçdaroğlu suikasta uğramıştı, hatırladın mı? İşte onu tersine çevirsek."

İkinci adam anlamamıştı, kaşlarını çatıp arkadaşına baktı, diğeri devam etti.
 "Hani konvoy halinde giderlerken ateş açılmıştı da bir asker şehit düşmüştü ya. Acaba onu kullanabilir miyiz diye düşündüm. Kılıçdaroğlunu tammüden cinayetten suçlarız, parti örgütünü de yardım ve yataklık yapmaktan içeri alırız."

İkinci adamın dudaklarında hafif bir tebessüm belirdi;
 "Biraz ayrıntı versene"

Birinci adam;
 "Şimdi, konvoy tam yol ilerlemektedir. Halktan bazı kişiler yolun kenarlarına dizilmiş onu alkışlamaktadırlar. Bizimkisi aşka gelir, tabancasını çıkarıp havaya ateş etmek ister ama tabanca seker, yolun kenarında duran bir gence isabet eder. Genç sizlere ömür. Bunun üzerine Jandarma Kılıçdaroğlu'nu tutaklamak ister. Partililer işe karışır, silahlar çekilir ve jandarma şehit düşer. Partili gazeteciler, mesela Cumhuriyetçiler, hemen ayrı bir senaryo ile olayı kamu oyuna PKK saldırısı gibi gösterirler."

İkinci adam bir kahkaha attı;
 "Vay be, sende ne cevherler varmış. Hiç fena değil de, zamanlaması biraz gevşek. Hani madem olayı biliyordunuz, Ağustostan beri neredeydiniz diye sorarlarsa zor durumda kalabiliriz. Çalışmayı beğendim. Sen devam et. İçebildiğin kadar kahve iç ama bana uygun bir senaryo ver. Önümüzdeki dönemde seni kesin terfi ettiririm."

Birinci adam saygıyla başını öne eğdi;
 "Aman ağabeyciğim, sen ne dedin de biz yapmadık. Sözlerin emrimiz olur da Balyoz davasından da bir terfi alacağım olduğunu hatırlatırım."
İkinci adam, birinci adamın ensesine bir tokat indirdi;
 "Hadi oradan, terfi işin cilası. Hepimiz Reis'in kulları değil miyiz? Hepimiz eşitiz."


***************************************************************************
KARANLIKTAN AYDINLIĞA KISA ÖYKÜLER -2

Birinci adam kadehini havaya kaldırdı,
 "Şerefe dostum" dedi.

İkinci adam da elindeki rakı bardağını onunkine dokundurdu,
 "Şerefe dostum, şerefe. Şerefine içilecek ne kaldıysa, onun şerefine" diye yanıtladı. 

Birinci adam;
 "Tek bir nesne bile kalmış olsa, inan bu mücadele kaybedilmiş sayılmaz. Çünkü bizim şerefine kadeh kaldırdığımız değerler, yeniden gelişip, çoğalabilirler."

İkinci adam güldü;
 "Güzel konuşuyorsun da, ben senin kadar ümitli değilim" diye karşılık verdi ve devam etti;
 "Senin kadar ümitli değilim. Buraya gelmeden önce evde TV kanallarını şöylece bir gezdim. İnan bana tam dokuz kanal değiştirdim, hepsinde aynı kişi yüzü vardı."

Birinci adam;
 "Ben sana daha da kötüsünü söyleyeyim. Siyasi İslam’a dayalı gericilik, demokratik yöntemlerle iş başına gelebilir ama asla aynı biçimde görevi bırakamaz. Çünkü İslami yaşam biçimi, (onlara göre) herkesin uyması gereken kurallar içerir. Bu kurallardan vazgeçme aynı zamanda İslam’dan da vazgeçme anlamını taşıyabilir. Oysa demokratik yöntemler böylesi kuralları yeterince taşıyamaz ve gericiler her şekilde mutlak bir diktatörlüğe doğru yürümek zorunda kalırlar."

İkinci adam hiç sesini çıkarmadan arkadaşını dinliyordu. Ötekisi konuşmasını sürdürdü.
"Takiye yaparak, öyle (miş) gibi göstererek bir takım çevrelerin aklı karıştırılabilir ve demokratik yöntemler bir yere kadar kullanılabilir. Ama bunun bir sınırı vardır. İşte bu gün geldiğimiz noktada artık sınırlar zorlanmaktadır. Hükümet, on milyondan fazla yurttaşını kendisine muhtaç çizgide tutarak taraftar kazanmaktadır. Ünlü kömür dağıtımı bunun yalnızca küçük bir örneğidir. Dolayısıyla doğrudan düşünce biçimi olarak yanında görebileceği insan sayısı gerçekte çok daha azdır. Tersine, karşı tarafta hiçbir çıkar ilişkisi olmadan, yalnızca Çağdaş Türkiye ilkelerine inanmış çok daha büyük bir kitle vardır. Böylece küçük bir azınlığın, büyük bir çoğunluğu yönetimi altında tutması zorunluluğu ortaya çıkar ki, bu da yine mutlak diktatörlük gerektirir ki …"

İkinci adam arkadaşının sözünü kesti.
 "Tamam, şöyle ya da böyle, bu adamlar mutlak diktatörlüğe yürüyecek. Peki biz ne yapacağız? Silahlanıp onlarla savaşacak mıyız?"

Birinci adam kararlı bir şekilde elini masaya vurdu;
 "Hayır, kurulmakta olan dikta rejiminin rakiplerini oldukça güçlü biçimde geriletmesi gerekmektedir. Çünkü çağdaş yaşam yanlıları, silahsız bile olsalar, sayıca ezici üstünlüğe sahiptir. Dolayısıyla onlar için en uygun çözüm bir iç savaş çıkarmak, bunu kazanmak ve geriye kalanları da hareket edemez halde tutmaktır. Kanımca idam tartışmalarının altında böylesi niyetler yatmaktadır. İran’da idam edilen solcuların sayısını bilen yoktu. Üstelik idam cezasına çarptırılanlar yalnızca solcular da değildi. Dolayısıyla bu sırada uygulanacak şiddet, onların istediğini yapmaktan başka sonuç vermez."

İkinci adam ellerini havaya kaldırdı;
 "Yani teslim mi olacağız?"

Birinci adam;
 "Hayır, teslim de olmayacağız ama şiddete de başvurmayacağız. Modern yaşamın yıktıkları her eserini bıkmadan usanmadan tekrar yaratacağız. Çünkü "ŞİDDET ANCAK BECERİKSİZLİKLERİN BAŞ VURDUĞU SON ÇAREDİR*." Tam tersine onlar ne yaparlarsa yapsınlar yaşantılarımızı asla değiştirmeyeceğiz. Okulların hepsini imam hatibe çevirebilirler. Çocuklarımızı 21. yüzyıla göre kendimiz eğiteceğiz. Onlar 7. yüzyıl yaşamındaki gibi giyinebilirler. Biz bu güne uyacağız. Onlar ortaçağ düşüncesine göre felsefe tartışmalarına girebilirler, biz bu günü tartışacağız. Bu günü yaşayacağız, yaşatacağız ve moderniteyi tüm toplumla paylaşacağız."

İkinci adam heyecanla kadehini havaya kaldırdı;
 "Ve rakımızı havaya kaldırıp şerefine içeceğiz"

Birinci adam rakı bardağını onunkine dokundurdu;
 "Rakının şerefine" dedi.

İkinci adam;
 "Şarabın şerefine" diye ilave etti.

Birinci adam bir kez daha kadeh tokuşturdu;
 "Biranın şerefine" dedi gülerek.

İkinci adam atıldı;
 "Vay canına, gerçekte şerefine diyecek ne çok şey varmış" 

 *:Isaac Asimov - İmparatorluk.


******************************************************************************



KARANLIKTAN AYDINLIĞA KISA ÖYKÜLER-1

Konaktan Cumhuriyet meydanına doğru yürüdüler. İki eski dost, bir türlü yağmayan Kasım yağmurlarının özlemiyle ama günlük haberlerin karamsarlığı içinde yürüdüler. 

Birinci adam;
-          Biliyor musun, gençliğimizde burada yürüyüş yapmıştık. Tıpkı böyle bir gündü. “Ata binmiş eşekler, millet sizden ne bekler” diye haykırmıştık. 

İkinci adam güldü;
-          Evet ya, hatırladım. Hatta ilerde şey bankası vardı, onun camına taş atmıştım da taş cama çarpıp oradan geçmekte olan başka birisinin ayağına gelmişti. Adamlar meğer zırhlı cam takmışlar, onu hiç düşünmemiştim.

Birinci adam;
-          Düşünemediklerimiz ondan ibaret kalsaydı ne iyi olurdu?

İkinci adam
-          Sana katılıyorum. Meğer o günlerde ne kadar mutluymuşuz. Şimdi çevremize bir bak. Şu ilerde kanalizasyon çukurunda çalışan işçiyi görüyor musun? Bizim zamanımızda bu işte çalışabilmenin temel koşulu sendikalı olmaktı. Şimdi ise tüm yaşam bir adamın iki dudağı arasına sıkıştı. 

Birinci adam derin derin iç çekti;
-          Bu gün Cumhuriyette Can Dündar, “Tükeniyoruz, hadi artık” diye yazmış. Hadi ama nereye? 

İkinci adam;
-          Herkes bir sonrakinin harekete geçmesini bekliyor. Çünkü “haydi ileri” diye bayrağı alanlar bir de baktılar ki arkalarında kimsecikler yok. Birer ikişer düştüler, geri dönmediler. Şimdi “ileri” diyecekler kalmadı. 

Birinci adam o sırada yanından geçmekte oldukları banka oturdu, eliyle arkadaşına işaret etti;
-          Gel şöyle oturalım. Artık ayaklarım beni taşımakta güçlük çekiyor. Ben kendimi bildim bileli sırtımda bu yükü taşıyorum. Yoruldum biliyor musun? Kaybetmekten yoruldum. 12 Martı yaşamadık mı seninle. Deniz’lerin idam edildiği sabahı horon teperek kutlayanlar vardı meydanlarda hatırladın mı? 12 Eylül’ü saymıyorum bile. Sen Buca’da tutuklu kalmıştın da, kızınla haber yollamıştın. “Ben ondan daha şanslıyım” diye. Hatırladın mı?”

İkinci adam güldü;

-          Evet ya, hatırlamaz olur muyum, zindanlardan zindan beğenmiştik. Ama lütfen karamsar olma. Biz hiç kaybetmedik. Arkadaşları öldürüldüğünde gözyaşları içinde ona “güle güle dostum” diyenler, türlü işkence altında sessizce durabilenler, zindanlarda çürütülmeye çalışanlar, daha nice arkadaşımız, yani bizler gerçekte hep kazanan taraftaydık. Hiçbir zaman kaybetmedik. Öldük, öldürüldük, eziyet edildik ama bizi geriletemediler bile. Tersine her geçen günde büyüdük, çoğaldık.  İşte o nedenle bu gün daha büyük bir güçle üzerimize geliyorlar. Bu gün daha büyük bir güçle üzerimize bastırmak zorunda kalıyorlar. Biz büyüdükçe onlar daha da çok şiddet uygulayacaklar. Ve bir gün gelecek, o şiddet artık kullanılamaz olacak. Çünkü baskının sınırları vardır ama gelişme hep sürer. Sen hiç merak etme. 

*    *********************************************************************************